70 Yıl sonra
Bir Çocuğun Gözünden 6-7 Eylül Olayları
Gece Kırıldığında
Eylül ayının ilk günlerinden biriydi. İstanbul, yazın son demlerini yaşıyor, hava hâlâ sıcak, gökyüzü duru bir maviliğe bürünmüş, akşamları ise hafif serinlik pencerelerden içeri usulca süzülüyordu. Kaldırım taşları günün sıcağını hâlâ tutuyordu, balkonlardan sarkan çamaşırların arasından yasemin kokuları geçiyor.
O akşam, evimizde her şey normaldi. Annem mutfakta akşam yemeğinin bulaşıklarını yıkıyor, radyodan gelen hafif klasik müzik sesi, çatallarla kaşıkların tıngırtısına karışıyordu. Babam, salonda gazeteyi gözden geçiriyor, köşe yazılarının kenarlarına küçük notlar alıyordu , bunu hep yapardı. Ben ise odamdaki yatağımda uzanmış, açık pencereden dışarı bakıyor, yıldızları sayıyordum.
Annem odaya geldi, her zaman yaptığı gibi saçlarımı okşadı.
“Uyu tatlım… Her şey yolunda,” dedi yumuşak sesiyle.
Ama… bilmiyordu. Ya da belki biliyordu.
Her şey yolunda değildi.
İlk başta fark edilmezdi. Şehrin olağan gece sesleri arasında kaybolan bir uğultu… Sanki çok uzaklardan gelen bir motor sesi ya da denizin içinde bir şey homurdanıyor muş gibi. Ardından bu uğultu ağır ağır yükseldi, büyüyen, yoğunlaşan bir titreşime dönüştü. Sanki İstanbul, derin bir uykudan uyanan bir devin ayak seslerini duyuyordu.
Camdan dışarı baktığımda sokak lambalarının titrediğini gördüm. Gölgeler büyüyor, şekil değiştiriyordu. Bir çocuğun hayal gücünü tetikleyecek her şey oradaydı , ama bu kez hayal değil, kabustu. Sesler artık netleşmeye başlamıştı, ayak sesleri, boğuk bağırışlar, düzensiz bir kalabalığın uğultusu. Sonra… kırılan bir camın sesi yankılandı mahallede.
Babam pencerenin önüne gitti. Ben, korkuyla arkasına saklandım. Onun gömleğinin ucunu avuçlarımda sımsıkı tutuyordum. O kumaşı bırakmazsam, her şey yerli yerinde kalırmış gibi geliyordu.
“Bay Nikos’un dükkânını kırıyorlar…” dedi babam, boğuk bir sesle.
“Tanrı yardımcımız olsun…”
İlk çığlık o anda duyuldu. Bir kadının sesiydi , ya ağlıyordu ya da haykırıyordu, emin olamıyordum. Ardından bir çocuk sesi: “Anne!” diye bağırdı bir yerlerden. Sonra ayak sesleri daha da yaklaştı. Mahallemize doğru ilerleyen öfkeli bir kalabalık, ellerinde sopalar, taşlar ve bayraklarla gecenin içinde ilerliyordu.
Bazıları bağırıyor, bazıları sloganlar atıyor, bazılarıysa… gülüyordu. O gülüşler, insanın tüylerini diken diken eden, yabancı, acımasız bir kahkahaydı. Gecenin sessizliğini değil, yılların komşuluğunu, paylaşılan ekmekleri, birlikte geçirilen bayramları yırtıp atan bir kahkaha…
Cam kırıldı. Önce yan sokakta. Ardından bizim köşe başındaki fırının vitrininde. Sonra başka bir yer. Derken, bizim evin penceresi… Bir taş sesiyle içeri girdi, tül perdeyi deldi, duvara çarpıp yere düştü.
Kapıya vurdular.
O an, annem yıldırım gibi geldi, beni kucağına aldı. Kalbim göğsünde atıyordu, sanki onunkiyle yarışıyordu. Beni masanın altına sakladı, üzerine yastıklar ve örtüler serdi. Göz göze geldik.
“Hiçbir şey söyleme,” sadece dudaklarıyla. “Nefesini bile tut, meleğim…”dedi
Kapı kırılarak açıldı. Ayak sesleri ,sert, hoyrat. Ardından ikonaların yere çarpma sesi. Kitaplarımızı, defterlerimizi paramparça ediyorlardı. Salondaki masa devrildi, mutfaktan tabak çanak sesleri geldi. Kırılan sadece eşyalar değildi; çocukluğumdu, huzurumdu, inancımdı…
O an, içeri giren adamlardan biriyle göz göze geldim. Masanın altından bana bakıyordu. Yaşlıydı. Belki bana daha önce “Günaydın çocuk” demişti bakkalda. Ama şimdi gözleri boştu. Tanımadığım bir insan gibiydi. Başını çevirdi, hiçbir şey demedi. Gitti.
Ve sonra… her şey durdu.
Gecenin uğultusu, cam kırıkları, bağırışlar… yerini ağır, sağır edici bir sessizliğe bıraktı. Sadece annemin cam kırıklarını toplarken çıkardığı hafif tıngırtılar kalmıştı geriye. Babam, mutfakta bir sandalyeye çökmüş, başı ellerinin arasındaydı. O an, yüzü sanki yıllar birden yaşlandırmış gibiydi.
Sabah olduğunda, güneş bile sanki utanarak doğmuştu. Sokaklar sessizdi ama sessizlik, huzurun değil, yıkımın sessizliğiydi.
Yürüdük mahallede.
Bay Nikos’un dükkânının vitrini yoktu. Stefanos Amca’nın eczanesinin rafları boştu, ilaç kutuları yerlere saçılmıştı. Dedemin terzihanesi… kumaşlar paramparça, dikiş makineleri yerinden sökülmüş.
Komşularımızdan bazıları o gece gitti. Kimisi bavulunu bile toplamadan. Kimisi yaşlı annesini sırtına alıp limana indi. Kimisi hâlâ bir umutla kapısının önünde bekliyordu, sanki birisi gelip bu kabusun yanlışlıkla olduğunu söyleyecekmiş gibi.
Ama biz kalmıştık. Ve kalanlar, artık başka bir şehirde yaşıyordu.
İstanbul aynıydı belki… ama bir yanı kırılmıştı.
Ve ben…
Ben artık aynı çocuk değildim.
Geceleri rüyama sadece masallar değil, taşlar, bağırışlar ve cam kırıkları giriyordu. Annemin sesi artık sadece ninniler söylemiyor, susmamı, saklanmamı, unutmamı fısıldıyordu.
O gece…
Gece kırıldı.
Ve o kırığın içinden, hayatımız sonsuza dek değişti.
O çocuk bendim… Her şeyi dün gibi hatırlıyorum, ne kin var içimde, ne de nefret. Sadece derin bir sükûnet… Ve unutmamalıyız: Halkların birbirine düşmanlığı olmaz. Asıl düşmanlık, onları ayırmak isteyenlerdedir.”