Eylül 1973’tü. 17 Kasım Cunta direnişine uzanacak günün başlangıcı olduğunu bilmiyordum.
Gökyüzü griydi ama içimde yeni bir başlangıcın heyecanı parlıyordu. İlk kez Yunanistan’a gidiyordum. Kalbim, Selanik’teki tıp fakültesine uzanan bir yolun hayaliyle doluydu.
Fakat kader bazen bir bavulun sapına gizlenir.
İstanbul’dan Selanik’e doğrudan uçuş yoktu. Mecburen Atina üzerinden gidecektim. Havalimanında, uçağa binmeden önce ilginç bir manzarayla karşılaştım: Bavullarımız merdivenlerin önüne dizilmişti. Her yolcu kendi bavulunu gösteriyor, sonra uçağa alınıyordu. Ben de kalabalığın içinde bir an durup elimle gösterdim: “Bu benim,” dedim.
Ne bilirdim ki o işaret, kendi kaderimi başkasının eşyasına bağlayacaktı…
Atina’ya indiğimde elimde tuttuğum bavul bana ait değildi. Tıpkı benimki gibiydi ama yabancıydı; içindekilerde benden hiçbir iz yoktu. Mecburen Atina’da birkaç gün kalmam gerekti.
O birkaç gün… o bekleyiş… hayatımın yönünü değiştiren sessiz bir dönemeçti.
Beklerken akrabalarımı aradım. “Madem buradasın, neden Atina Üniversitesi’ne bakmıyorsun?” dediler.
O cümle kulağımda yankılandı. Belki de bavulumu beklerken başka bir geleceği bulmuştum.
Ve sonunda, Selanik’te tıp okumak yerine Atina Ekonomi Üniversitesi’ne kayıt oldum.
Şimdi geriye dönüp baktığımda o yanlış bavulu hâlâ hatırlarım.
Bir anlık karışıklık… bir yabancının eşyası… ama belki de hayatımın en doğru yanılgısıydı.
Çünkü bazen insan, yanlış bavulla doğru yola çıkar.
Yunanistan, 21 Nisan 1967 sabahı, özgürlüğün üzerine çöken karanlık bir örtüyle uyandı.
Askerî cunta, ülkenin kalbine korku ekti; sözcükleri susturdu, düşünceleri zincire vurdu, halkın sesini boğdu.
Siyasi partiler dağıtıldı, özgürlük bir suç sayıldı; nice insan yalnızca düşündüğü için sürgün edildi, hapsedildi, işkencelere uğradı.
Ama hiçbir güç, bir ulusun gençliğinden doğan ışığı söndüremezdi.
Üniversitelerin duvarları arasında, bilginin sessiz yankısı içinde umut yeniden filizlenmeye başladı.
14 Kasım 1973’te Atina Teknik Üniversitesi’nin kapıları açıldığında, o kapılardan yalnızca öğrenciler değil, bütün bir halk geçti.
Gençler kitaplarını bir kenara bıraktı, derslikleri direnişin kalelerine dönüştürdü.
Soğuk laboratuvarlarda, birkaç tel, birkaç parça malzeme ve sınırsız bir inançla bir radyo istasyonu kurdular.
Ve oradan tarihin unutamadığı o ses yankılandı:
“Burası Atina Teknik Üniversitesi! Yunan halkı, Atina Teknik Üniversitesi özgürlük mücadelesinin simgesidir! Bizim mücadelemiz senin mücadelen; hepimizin demokrasi için ortak çığlığıdır!”
O ses, bir kıvılcım oldu; şehir boyunca yayıldı, kalpleri tutuşturdu.
Sokaklar umutla doldu, barikatlar kuruldu, yürekler tek bir ritimde çarpmaya başladı.
14 ile 17 Kasım arasında Atina, özgürlük için atan bir kalbe dönüştü.
Sonra geldi o korkunç gece… 17 Kasım, saat üç.
Gecenin sessizliğini tankların uğultusu yırttı.
Demirden bir dev, üniversitenin önünde durdu; etrafında dualar, korkular, umutlar yankılandı.
Kapı bir an sustu; sonra kulakları sağır eden bir gürültüyle yere yıkıldı.
O an yalnızca bir kapı yıkılmadı; bir kuşağın masumiyeti de yıkıldı.
Ama aynı anda başka bir şey doğdu: Özgürlüğe olan inanç… asla sönmeyen, ölümsüz bir ruh.
O gece 24 kişi öldü ve yüzlerce kişi yaralandı
O bavul… işte her şey onunla başladı.
O küçük eşya, beni tarihin akışına sürükleyen bir anahtar oldu adeta.
Üç gün boyunca oradaydım; sadece son gün, ordu içeri girdiğinde artık içeride değildim.
O günlerde bir halkın özgürlük için nasıl canla başla direndiğini gördüm.
Öyle bir tutkuydu ki bu; insanın yüreğini yakıyor, gözlerine umut dolduruyordu.
Öğrenciler, işçiler, inşaat ustaları, hatta genç askerler…
Hepsi omuz omuzaydı.
Her biri aynı kelimeyi, aynı ideali fısıldıyordu: Özgürlük.
O anlarda hissettiklerimi anlatmak kolay değil.
Böylesine bir birliği, böylesine bir cesareti insan hayatında belki bir kez görür.
Sonrasında yaşananlar artık herkesin bildiği gibi gelişti ve tüm bu fırtınanın doruk noktası, Kıbrıs’taki acı olaylar oldu.
