İnsanlarla aranda cam bir zırh varmışcasına ne onların sesi sana ulaşır, ne seninki onlara. Sanki bir sabah o güne kadar varlığını bile bilmediğin bir ülkenin topraklarında uyanmışsın da, çevrendekilerin tek bir konuşmasını dahi anlamıyor gibisindir. Bazen eski bir filmi izler gibi izlersin yaşadıklarını zihninin sinemasında. Baş rolün sana ait olduğunu anladığında mutsuzluğun katmerlenir.
İnsanlar sabah uyanmaya ve duş alıp işlerine gitmeye devam eder. Sense en fazla bitmiş pillerin yer değiştirilerek yenilenebileceği kadar kendini yenileyebilirsin. Bir günü böylesine zor geçirirken bu yükle geri kalan tüm ömrünü nasıl geçireceğin sorusu bir ütü yanığı misali canını yakar. Düşünmek bile istemezsin.
“Hayat devam ediyor” cümlesi çarpar kulağına oradan buradan. Bazen içlenir, bazen öfkelenirsin. Seninki etmiyordur. Freni bozulmuş kamyon gibi rotasının dışına çıkmıştır ve üstelik sonunda bir duvara toslayacağından eminsindir. Hayata devam etmenin bu kadar zor bir iş olacağını düşünmemişsindir hiç. Herkesin nefes almak kadar kendiliğinden yaptığı bir şeyi yapmak bile zor gelir.
Kayıp böyle bir şeydir.
Kayıp ve yas nedir?
Kayıp denince insanın aklına ilk olarak sevdiği birinin ölmesi gelse de, ayrılıklar, boşanmalar ve kişinin varolan bir rolünü veya becerisini yitirdiği işten atılma, emekli olma, yaşlanma ve hastalanma gibi durumlar da kayıptır. Kayıp sonrasında kişinin yoğun duygular yaşadığı döneme ise yas dönemi denir.
Yas kişiye özgüdür. Uzunluğu ve yoğunluğu kaybın ne olduğuna göre değil, kişinin olayı nasıl yaşadığına göre değişir. Yine de yapılan çalışmalar yas sürecindeki kişilerin bazı benzer deneyimler yaşadığını göstermektedir.
Bu deneyimlerden ilki inkardır. İnkar, “Bu olmuş olamaz!” cümlesiyle tarif edilebilir. Kişi henüz olan biteni anlamlandıramamıştı; aynı anda durumun hem farkındadır, hem de gerçeği yeterince idrak edememiştir.
Öfke de kayıp karşısında sıklıkla hissedilen bir duygudur. “Neden bu benim başıma geldi ki? Hak edecek ne yaptım?” gibi sorular kişiyi meşgul eder. Dünyada adaletin varlığına dair inancı yıkılmış halde dünyaya, diğer insanlara, ya da kendisine öfkelenebilir.
Yine yasta olan birçok kişide kaybı yaşanmamış kılmaya yönelik kimi zaman gerçekçi olmayan çabalar görülür. Durum düzelirse daha iyi bir kişi olacağına dair söz vermek veya geçmişe geri dönüp kötü olayı engellemeye dönük hayaller kurmak bu sürecin bir parçasıdır. Kişi kendisini yanlış ya da eksik yaptığını düşündüğü şeyler için suçlar. Yas bir ayrılığa dair ise, ayrılığın kendisi yüzünden olduğunu düşünebilir ve telafi etmeye çabalar. Yas sevilen bir kişinin ölümüne dair ise gerçek dışı bir şekilde bu ölümü engelleyebileceğini düşünür, ya da ölen kişiyle daha fazla vakit geçirmediği için kendisini suçlar.
Kaybı kabullenmek
Tüm bunların olmuş olanı değiştiremeyeceğini fark ettiği an ise, kişi üzüntünün ağır bastığı bir döneme girer. Çok zaman sonra yavaş yavaş gerçeğin farkına varır ve bu kayıpla birlikte yaşamanın yollarını bulmaya çalışır.
Kabul aşaması olarak adlandırılan bu aşama aslında çoğu zaman yanlış anlaşılır. Kabul etmek sanki bir şey olmamışcasına hayatına devam etmek gibi algılanır ve bu beklenti, yasıyla baş etmekte zorlanan kişiyi daha da kötü hissettirir.
Oysa kayıp büyükse kişinin hayatı da, kendisi de kalıcı şekilde değişime uğrar. Kaybı kabullenmek, kişinin hayatının kayıpla beraber sonsuza dek değiştiği gerçeğini kabul etmek demektir. Aylar, bazen yıllar alan bu süreç bizlere hayatın en acı, en mühim ve aynı zamanda en kıymetli dersini öğretir: Sahip olduklarımızın geçiciliği ve yaşamlarımızın kırılganlığı.
Kaybetmek sahip olduklarımızın değerini hatırlatır
Yaşamın bu acı dersinin ironik şekilde onu dolu dolu yaşamayı da öğreten bir tarafı vardır. Her şeyin geçici olduğunu hatırlatması hüzün verse de, şu an yaşadığımız hayatın, yürüyebilme yetimizin, sarılabildiğimiz anne babamızın, göğsüne yaslandığımız sevdiğimizin, kucaklayabildiğimiz evladımızın gerçek değerini bize yaşadığımız kayıplar öğretir. Bu yüzden sevdiklerimizin başına kötü bir şey gelme ihtimali olduğunda, ya da sağlığımızı kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldığımızda hayatın gerçek anlamını keşfetmiş gibi hissederiz.
Yaşamak, kaybetmeye yazgılı bir eylemdir. Daha doğarken ana rahminin konforunu kaybederek hayata başlarız ve toplam ömrümüzün ilk gününü harcamış oluruz. Yaşamın bu yönünü sevmesek de yaşam dediğimiz şey varlık kadar yokluğu, doğum kadar ölümü, birliktelikler kadar ayrılıkları da içinde barındırır. Önünde sonunda sahip olduğumuz her şeyi kaybederiz.
Aslında sanırım sahip olma fiilini fazla iddialı bulur hayat. Sağlığımız, sevdiklerimiz, evcil hayvanımız sonsuza dek bize ait değillerdir; onları bir süre için hayatlarımıza misafir ederiz. Kayıp bize aynı zamanda sevginin sadece sevilen kişinin fiziksel varlığına dayanmadığı hallerini de öğretir: Onları kaybettiğimizde sevdiklerimizi yüreğimizde misafir etmeyi öğreniriz.